30 Kasım 2010 Salı

HAYDARPAŞA



Pazar günü insanların çoğu büyük bir üzüntüyle tv'lerini açtı. Öyle ya Anadolu'dan İstanbul'u fethetmeye gelenlerin ilk durağı, merdivenlerinde "ulan istanbul sen mi büyüksün yoksa ben mi" naralarının atıldığı, İstanbul denilince akıllara ilk gelen bir tarih alev alev yanıyordu. Vicdanlı insan nasıl üzülmesin? İstanbul'u seven biri nasıl üzülmesin? Ben de herkes gibi şok oldum ama bir kaç dakika kendimi toparlayıp durum analizi yapmaya karar verdim..
Herşey yanabilirdi ama Haydarpaşa özeldi. Ana haber bültenlerinde bolca gösterilen dar sokaklarda değildi, araçlar itfaiyenin önünü kapamamıştı, yanan bina denizin dibindeydi. Hal böyle olunca olayın biraz daha arka planına bakmakta fayda olacağını düşünüyorum. Zira Marmaray projesi ile Haydarpaşa'nın önemi azalmaktaydı ve Haydarpaşa konumu itibari ile sermayeyi cezbediyordu. Ne kadar güzel olurdu oraya bir otel, şöyle boğaz manzaralı filan. Balkonuna oturanlar boğazı seyrederken "hey gidi günler bir zamanlar burda Haydarpaşa vardı" diye anarlardı ne de olsa.
Aslında 2008 yılında başbakan tarafından ferman verilmişti. “Bugün bir Haydarpaşaport yatırımı gerçeklemiş olsaydı oraya yapılacak yatırım 5 milyar dolardı. Biz bunu yapmak istiyoruz. Ama birileri gelip önümüzde duruyor.” diyordu başbakan. Dünyanın en güzel şehri İstanbullulara bırakılamayacak kadar güzeldi. Sermaye için "tarih" önemli değildi önemli olan para ve iktidar hırsıydı.
Her ne kadar geç müdahale edilsede bereket ki birşey olmadı Haydarpaşa'ya. Ama bu zihniyet var oldukça Haydarpaşa da Galata da tehlikededir İstanbul da.
Ben İstabul a bir kaç kez gitmiş biri olarak içim bu kadar acıdıysa naçizane bir tavsiye tüm İstanbullulara: Başbakan'ın yukarıda ki cümlesinde birileri olun.. Siz birileri oldukça Haydarpaşa, Galata ve diğerlerine hiç bir şey olmayacaktır.

18 Kasım 2010 Perşembe

Haiti Küba ve ABD

2010 yılı Ocak ayında Haiti de deprem oldu. 2 ülke herkesten önce yardıma koşmuştu. Peki ne göndermişlerdi?

ABD hükümeti 1 tabur asker!




Küba hükümeti ise 1 tabur doktor.

Kolera Günleri ve Haiti

Açlık, sefalet ve ayaklar altındaki insanlık. Bu sözler siyah ırka sahip Orta Amerika ülkesi Haiti yi tanımlamak için. Coğrafi keşifler ile yeni dünyayı keşifte ilk keşfedilen yerlerden birisi olmuş Haiti. Olmuş ama o gün bugündür mutluluğa huzura bir türlü erememiş. Güzel insanları katletmişler o gün, geride kalanlar ise bugün hala açlık ve sefalet ile boğuşmakta.. Şimdiki sorun da KOLERA..
Günlerdir kolera ile mücadele etmeye çalışıyor Haiti. Ulaşan son rakamlara göre ekim ayından beri 1.100 haitili kolera salgını yüzünden hayatını kaybetmiş. Zaten açlık ve sefaletle boğuşan, depremin yaralarını bir türlü saramamış ülkede bir de bu salgının eklenmesi ile halk iyice çıldırmış durumda. Kimse ne yapacağını bilemiyor ve insanlık göz göre çöküyor Haitide.
Kolera demişken hemen bahsedelim. Kolera dünyada tedavisi en kolay hastalıklardan birisidir. Ağız yoluyla sıvı takviyesi yapılarak vücudun kaybettiği sıvı ve elektrolitler yerine konulur ve hastalık kontrol altına alınır. Fakat ne yazıkki tedavisi bu kadar kolay olan bir hastalık bile yok edilemiyor ve 1000 in üzerinde insan hayatını kolera yüzünden kaybediyor Haitide. Ülkenin ne halde olduğunu varın siz tahmin edin artık.
Ocak ayında ki depremde 300 000 vatandaş hayatını kaybetmişti ve zaten açlıkla boğuşan ülke de bir türlü bu yaraları saramamıştı. Sonuç ise ortada: kolera ile Haiti ağlamakta ve dünyanın büyük bir kesimi bu olanlara seyirci kalmakta.
Yazıyı bitirmeden önce dipnot eklemek istiyorum. Ocak ayında Haiti'ye 2 ülke en başta yardıma koşmuştu. Birisi ABD diğeri ise Küba... (ne yolladıkları ise bir üstteki yazıda)

7 Kasım 2010 Pazar

Teşekkürler Dünya..

"Bu arada; hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Donkişotlar 'a, ateş hırsızlarına, Ernesto "Çe" Guevara'ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar, kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar gördük.
Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik.

Teşekkürler dünya."

DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN KARADENİZ'İN GÜZEL ÇOCUĞU




Kazım Koyuncu'nun Anısına from Greenpeace Akdeniz on Vimeo.

6 Kasım 2010 Cumartesi

YÖK & Özgür Üniversite


Eflatun ve Aristo'yu hepimiz az çok olan felsefi bilgilerimizden biliriz. Ben kendi adıma bir sayısal öğrencisi olarak her ikisinide bir isimden öte biliyorum dersem yalan söylemiş olurum. Fakat bir insanın ismi yüzyıllar sonra bile telaffuz edilebiliyorsa, bu başlı başına Eflatun ve Aristo'nun tarihte ne kadar önemli insanlar olduğunu bize düz mantıkta ispat ediyor. Konunun başlığı ile Eflatun ve Aristo'nun ne alakası var diyebilirsiniz ama Üniversite gibi bir kavramın ortaya çıkmasında baş aktör olan bu iki insandan konunun girişinde bahsetmek istedim.
Eflatun ve Aristo öğrencileri ile felsefeyi tartışırlarmış. Felsefeyi tartışırken bilimlerinin hiçbir unsurdan etkilenmesini istemedikleri için de bunu toplum baskılarından en büyük 2 etken olan politik ve dini baskılardan arındırılmış bir ortamda yapmak istemişler. Böyle bir ortamda özgün fikirlerin ortaya çıkmasıyla başlayan evrensel ve özgür düşünme alanları günümüze kadar uzanmış ve üniversiteler böylece ortaya çıkmıştır.Burada üniversite kavramı ile ilgili olarak dikkat etmemiz gereken en önemli husus üniversitenin kuruluş felsefesidir. Hiçbir politik ve dini baskı olmamasının ham maddesini oluşturduğu üniversiteleri tarif ederken ne yazık ki özgür üniversite tanımını kullanmak zorunluluğunu hissediyoruz. Üniversitelerin en başta özgür olmasını istiyoruz. Kısacası gerçek bir üniversite istiyoruz. Gerçek bir üniversite istediğimize göre üniversitenin özgürlüğü kısıtlayan bir yapı olmalı. Bu yapıyı bulmamız pekte zaman almayacak sanırım. Üniversiteleri üniversite olmaktan çıkartan, politik ve dini her türlü baskıya açık, öğrencileri Aristo ve Eflatun'un gördüğü şekilde değilde birer müşteri olarak gören, bir 12 eylül ürünü, yüksek öğrenim kurumu nam-ı diğer YÖK.

12 eylül Anayasasında YÖK şöyle tarif edilir. "MADDE 131- Yükseköğretim kurumlarının öğretimini planlamak, düzenlemek, yönetmek, denetlemek, yükseköğretim kurumlarındaki eğitim- öğretimve bilimsel araştırma faaliyetlerini yönlendirmek bu kurumların kanunda belirtilen amaç ve ilkeler doğrultusunda kurulmasını, geliştirilmesini ve üniversitelere tahsis edilen kaynakların etkili bir biçimde kullanılmasını sağlamak ve öğretim elemanlarının yetiştirilmesi için planlama yapmak maksadı ile Yükseköğretim Kurulu kurulur"
Üniversitelerin özgür çalışmasını engelleyen, politik ve dini her türlü baslıya açık olmasını sağlayan bir kurum olan YÖK'ün bugün 28. kuruluş yıldönümüydü. Eğer birileri çıkıpta üniversitelerde özgürlük istiyorsa, herkesin üniversitelere özgürce girebilmesinden bahsediyorsa yapması gereken ilk iş YÖK'ü kaldırmaktır. Fakat günümüz Türkiye'sinde siyasal gücün üniversite de özgürlükten bahsederken YÖK'ü kaldırmayı hiç dillerine almamasını görmekteyiz. O düşünceye göre "YÖK'ü kaldırmaya gerek yoktur, YÖK'ün içeriğinin değiştirilmesi özgürlük için yeterlidir"
YÖK varolduğu sürece üniversiteler hiçbir zaman özgür ortamlar olmayacak ve özgür fikirler ortaya çıkmayacaktır. YÖK varolduğu sürece üniversiteler politik gücün birer sahneleri olacaktır. Bu yüzdendir ki hiçbir iktidar YÖK'ün kaldırılmasını istememiştir. Üniversitede özgürlük istemenin yolu YÖK gibi bir kurumun kaldırılmasından geçer. Ve ben her türlü özgürlüğün var olabilmesi için YÖK ün 6 Kasım 1982 den bugüne 28. kuruluş yıldönümünün "kutlu" değil "yok" olmasını diliyorum. saygılarımla

30 Ekim 2010 Cumartesi

Emre Belözoğlu


Bir orta saha futbolcusundan neler beklersiniz? Pres yapmasını mı? 2 yönlü oyun oynamasını mı? Defanstan kaptığı topu adam eksilterek ileri taşımasını mı? Şut çekmesini mi? Ara paslarla takımını atağa kaldırmasını mı? yoksa kaybetmeye tahammülü olmaması mı? Kuşkusuz bunlardan 2 tanesi ile ortalama bir orta saha oyuncu profili elde edersiniz; yok hepsi olsun istiyorsanız şu anda Türkiye de bunu sadece "O" yapabilmekte.. Yani Emre Belözoğlu.
Dün akşamki Bursaspor-Fenerbahçe maçında Emre bu saydığım özelliklerinden hepsini yerine getirdi. Koştu, pres yaptı, top dağıttı, çekilen şutların önüne kendisini siper etti.. Yapılabilecek ne var ise herşeyi Emre dün akşam yaptı ama ne var ki onun standartlarını yakalayamayan arkadaşları yüzünden Fenerbahçe 2 puanı bıraktı dün akşam.
3 as futbolcusundan yoksun Fenerbahçe aslında fena top oynamadı dün akşam. Emre önderliğinde müthiş presle rakibinin oyununu bozarak başladı maça fakat kanatların çalışmaması Fenerbahçe'yi zor durumda bıraktı. Mehmet Topuz bir kanat gibi değil de orta saha gibi oynarken Stoch ise tıpkı Galatasaray maçında olduğu gibi çizgi üzerinden içeriye adım atmadı.
Rakibinize orta sahada üstünlük kuruyorsanız bu sizin 1-0 önde başladığını gösterir fakat bu orta saha kuvvetinizi hücum oyuncularınız zenginleştirmesi gerekir ki bu orta sahanın emeğinin kazanca dönüşmesi anlamına gelir. Eğer hücum hattı olarak orta sahanın mücadelesini iyi bir hücum gücü ile taçlandıramıyorsanız, orta saha maçın ilerleyen anlarında fiziksel olarak çöker ve maçı kazanmak adına ele geçirdiğiniz orta saha üstünlüğü kaybolarak maçı kaybetmenizin önü açılır.
Dün akşam aynen böyle oldu maçta.. Stoch, Semih ve Mehmet Topuz istenilen hücum hattını oluşturamayınca gol Emre ve Alex in ortak yapımı ile geldi. Hücum hattı hiç birşey yapmamaya devam edince de golü ağlarında gördü Fenerbahçe. Dün akşam ligin en iyi top oynayan namağlup takımına karşı deplesmanda alınan 1 puan 3 eksikle fena sayılmaz.. Moralleri bozmadan yola devam etmeli Fenerbahçe ve gol atmak istiyorsa Dia ve Niang'a daha iyi bakmalı yada onların boşluğunu dolduracak oyuncaları maça iyi konsantre etmeli.

29 Ekim 2010 Cuma

Yeniden Blog


Futbolu milyonların tutkusu olan dünyanın en güzel hastalıklarından birisi olarak tanımlasak kimsenin bir itirazı olmaz sanırım yani en azından futbol tutkunları için. Hayatında herşeyin berbat gittiği bir dönemde bile, takımı galip gelen bir futbol aşığının yüzünde mutlaka herşeyi unutturan bir tebessümün nedenidir futbol. Böylesine güzel olan, yakın olan futbol üzerine birşeyler yazmanın beni çok mutlu edeceğini düşündüm ve bende ilk 3 yazımdan sonra futbol ile tekrar blog alemine dönmeye karar verdim. Futbol ile başlıyorum dedim ama aslında sadece futbol yazmayacağım bu sayfada ama ağırlık sanırım futbol üzerine olacak.
Blogun giriş resminde lucarelli'yi görmektesiniz. Bundan sonra futbol yazacağım dedim ya, lucarelli gibi olacak benim yazılarımda yani; gol olacak sevinçler yazacağız ama sevinirken bir elimiz havada yumruk olacak hayata, dillerimizde de isyan olacak bolca.. saygılarımla